. : Duyurular :  Elif Şafak resmi web sitesi: http://www.elifsafak.com.tr / Elif Şafak’ın twitter adresi: http://twitter.com/Elif_Safak / Facebook: http://www.facebook.com/Elif.Shafak
    Elif Şafak´la yeni kitabı ´Şemspare´yi konuştuk. Şafak, yeni bir romana başlamanın sancıları içinde sorularımızı yanıtladı. ´Bence bir Türk yazarın hiç ama hiç politikayla ilgilenmemek...Devamı >>

  Elif Şafak´ın mart başında çıkan yeni romanı "Aşk" kısa sürede en çok okunanlar arasındaki yerini aldı. Şafak önceki romanlarında olduğu gibi yine toplumsal kuralların, geleneklerin, gö...Devamı >>


Röportajlar
Cesur birinin korktuğu an

 

Elif Şafak

“Pinhan”, “Şehrin Aynaları”, “Mahrem”, “Bit Palas” -bir de artık baskısı bulunmayan ilk öykü kitabı “Kem Gözlere Anadolu”. Elif Şafak, yazar sıkıntısı çektiğimiz bir dönemde can simidi gibi yetişti. Kitapları okundukça, kimi yazdıklarını fazla mistik buldu, kimi Osmanlıca kelimelerin kullanımına takıldı. Fakat onca karakterin -duygunun, zihniyetin- resmigeçidi, romanların yapısı, meselesi, dilin -su gibi- akışı üstünde fazla da konuşulmadı. Bugünün İstanbul’una demir atan, bir apartmanda turlayan “Bit Palas”ın dumanı üstündeyken, Elif Şafak’a on şarkı çaldık, dünden bugüne doğru seyahate çıktık…

 

Cesur birinin korktuğu an

Jasques Brel - L’enfance

(Quand on n’a que l’amour)

Elif Şafak: Pek dinlediğim bir tarz değil bu. Fransız şansonlarını o kadar çok sevmiyorum. Şimdi irkildim niye bu müziği dinlemiyorum, bilmiyorum diye. Ben Fransa doğumluyum, 70’lerin başı, Strasbourg, annem, babam… Oradan kalan bir şeyin izlerini taşıyor bu şarkılar, belki de bilerek koparmışım kendimi.

Babanız diplomat mıydı?

Annem diplomattı, ama o dönemde değildi. Babam akademisyen, doktora için oraya gidiyor, daha sonra ayrılıyorlar. Ben annemle Türkiye’ye döndüm, ondan sonra annem Dışişleri’ne başvurdu. Annem aslında edebiyat öğretmenidir; muazzam bir edebiyat sevgisinden, bir sürü yaşam koşulu sebebiyle, Dışişleri’ne geçmek zorunda kaldı. Annem vesilesiyle epey dolaştım. Çocukluğumun esas geçtiği yer İspanya. Madrid’de okudum. Sonra Almanya’da, Ürdün’de bulundum epey. Sonrası da Ankara ODTÜ ve İstanbul…

Babanızın ihtisas alanı neydi?

Felsefe ve sosyoloji, iki dalda da ilerlemiş. Hiç görüşmem baba tarafımla, soyadını da kullanmam. Şafak, aslında annemin ismi.

“Şehrin Aynaları” kitabınız İspanya’da, İspanyol Yahudilerinin Engizisyona karşı mücadelesi ekseninde geçiyor. Madrid izleri mi?

Evet. İspanya çok güzel bir ülke, ama benim kişisel yaşantım orada çok iyi değildi. Çok fazla kesinti vardı: Babaanne tarafında celal yüzlü, kahreden, yargılayan, kabir azapları çektiren bir Tanrı ve İslam anlayışı, sonra birdenbire anneanne tarafında daha folk ve cemal yüzlü bir Tanrı -ikisi de İslam’ın farklı versiyonları. Daha orta sınıf mahalle hayatından birdenbire yurtdışı, diplomat çocuklarının gittiği bir kolej ortamı, sonra o da kesintiye uğruyor, başka bir şey başlıyor… Hep böyle kesintiler… Bu herhalde bende bir şimdilik duygusunu ayakta tuttu hep, her şey bir şimdilik duygusuyla özdeş: Kitap çıktı, şimdilik; bir şey yapıyorum, yaşıyorum, şimdilik… Bastığın zeminden çok fazla emin olamamak, bir anksiyete haliyle yaşamak… Bir yanıyla da belki daha güçlü yapıyor insanı bu durum. Ayağını yere daha sağlam bastığını zanneden insanlar fiskelerle daha kolay devrilirken, sen zaten sürekli deprem halinde yaşadığın için belki uzun vadede, sanat, edebiyat anlamında daha üretken kalabiliyorsun, belki esnekliğin verdiği bir güç olabiliyor.

Bu kesintiler galiba memur çocuklarında çok oluyor, tayinler sebebiyle…

Evet, arkadaşlıklarında, kurduğun bütün ilişkilerde, bir şehirle kurduğun ilişkide… Her an, sana sorulmadan, senden rıza alınmadan ayrılabilirsin o şehirden… Müthiş bir yalnızlık var bütün o çocukluk boyunca benimle birlikte gelen. Sürekli yurtdışına gidip gelmemle birlikte, kültürel, dinsel bir yabancılaşma da ekleniyor buna. Türkçeyle ilişkimde uzun vadede bunun yararını gördüğümü düşünüyorum. Sürekli kaybedip yeniden kazanmak durumunda olduğum için belki birçok insandan daha iyi biliyorum Türkçenin kıymetini.

Yurtdışında bulunduğunuz ülkelerin hayatına karışma imkanınız oluyor muydu, mesela Almanya’dan Ürdün’e geçince nasıl oluyordu?

Galiba bütün diplomasi dünyası için geçerli: Bence gittikleri ülkeyi yaşamıyorlar. Birtakım steril, nezih cemaatler halinde, tamamen kendi içlerine kapalı yaşıyorlar. Amman’da bu had safhadaydı, zaten bütün şehir böyle kurulmuştu. Her şey çok güzel, bütün evler çok estetik, her taraftan para fışkırıyor, gösteriş üzerine kurulu bir servet. Böyle bir kültürün içinde diplomatlar da çok rahat ediyorlar, onların yaşam anlayışına çok uygun. Ama Amman’ın bir adım dışına çıktığınız zaman başka bir şeyle karşılaşıyorsunuz. İsrail aleyhine bir gösteri oluyor mesela, bunu Ürdün televizyonu vermiyor, İsrail televizyonu veriyor. Halkın yüzde 70’i Filistinli ve sürekli bir rahatsızlık var. Suları bulandırmadan, sana verilen oyun alanında kaldığın sürece çok mutlu yaşarsın; sokakta yürürken kadınlara laf atılmaz, yabancı bir kadına laf atmanın cezası korkunçtur çünkü. O yüzden oraya giden yabancı kadınlar çok mutlu ve rahat dönerler “ne kadar medenî ülke” diye. Almanya’da bu had safhada. Bir 29 Ekim’de gemi kiralamış Türk Konsolosluğu, Ren nehri üzerinde gösterişli bir parti düzenliyorlar, her yanda Atatürk büstleri… Türkiye’den bir soprano getirtilmiş, Almanca aryalar söylüyor. Halbuki Almanya’da bir sürü Türk, Kürt, Alevi derneği var, müzikle, tasavvufla uğraşan, inanılmaz iyi işler yapan gruplar var, fakat bunlarla, buradan oraya giden Türk diplomatlar arasında en ufak bir bağ yok. Kendi insanını görmeme, küçümseme, hatta onlardan olduğun için biraz utanma halleri diplomatlarda çok fazla. Onlarda bunu saptamak daha kolay, ama Türkiye’de de insanların kendi yerel, kültürel kökleriyle aralarında genel bir kopukluk olduğunu düşünüyorum. Özellikle din konusunda. Türk solu da din konusunda çok ilgisiz, bilgisiz. “Pinhan”dan sonra birçok insanın kafası karıştı: Nerede duruyorsun, dindar değilsen bu konulara niye ilişiyorsun?.. Tasavvufla ilgilenmek için sanki illâ da gidip bir tarikata girmek gerekiyor. Soldan da, sağdan da gelen bir önyargı bu.

 

Özdal Orhon

Hülyâya dalar sonra perîşan uyanırdım

(Özdal Orhon)

Solisti bilmiyorum, ama çok aşina olduğum, özellikle annemden ötürü çok çok dinlediğim bir ses. Annem sürekli korolar, çocuk koroları kurar, dersler alır, dersler verir, ud çalar. Evin içinde sürekli bunlarla büyüdüm.

Dinlediğimiz isim Özdal Orhon. Münir Nurettin’in “kızlar”ından biri, Erkan Oğur’un da hocası… Anneniz edebiyat öğretmenliğinden diplomatlığa nasıl geçti?

Anneme çok saygı duyuyorum. İnsanları kan bağından dolayı seversiniz, ayrı bir şey, ama kişiliklerini de ayrıca seversiniz. Sıradanın, vasatın üstünde bir anne, çok aşkla sevdiğim bir kadın ve sıradanın, vasatın altında bir baba figürü: Bu benim dengemi de herhalde bozuyor, ortası yok… Bende izler kalmıştır annemin boşanmasından. Onu en fazla engellemeye çalışan gene etrafındaki insanlar, yengeler, komşular, teyzeler, yani kadın cemaatiydi. Daha orta sınıf kadınların, kendi mutsuz evlilikleri devam ederken bir başkasının kendi mutsuz evliliğini noktalaması konusunda müthiş bir reaksiyona geçtiklerini hep gördüm, hissettim. Bu yüzden kadın dayanışması deyince hep ikircikli bir halim var. Kadınların birbirlerinin özgürlüklerine mâni olduklarını düşünüyorum.

O dönem kadının boşanması da zor bir şey…

Evet, aileden destek, hele maddi destek yoksa çok zor. Öyle bir noktada yapabileceği tek şey Dışişleri Bakanlığı’na geçmekti… Ama annemin esas aşkıdır müzik, şimdi de tek yaptığı şey o.

Edebiyattan neleri severdi, okuturdu?

Divan edebiyatı okuturdu. Fransız edebiyatını çok iyi bilir, Türk edebiyatından eski kuşakları, Halide Edip’leri, Hüseyin Rahmi’leri, Ahmet Mithat’lara kadar uzanan çizgiyi çok sever. Ben Osmanlıca da ders aldım ODTÜ’de, şanslıydım, iyi bir hocadan aldım. O da benzer bir şey söyledi: Osmanlıca okuma yazmayı, alfabeyi öğrenirsin, ama şarkılarıyla, edebiyatıyla, minyatürüyle öğrenmek lazım. Bir çember aslında bu, bütün parçalar birbirini tamamlıyor.

Osmanlıca kelimelerin kullanımı sizin kitaplarınızda da çok yaygın…

Kitaplarımla ilgili tartışmaların çoğu dil tartışmalarına dönüştürüldü. Ağırlıklı olarak tartışılan da, Osmanlıca kelimeler kullanılmalı mı, kullanılmamalı mı. Türkiye’de çok kaba hatlarıyla iki kesim olduğunu düşünüyorum: Biri daha mekanik, Kemalist, gözünü Batı’ya dikmiş, Osmanlı’da ilgilenecek hiçbir şey olmadığını düşünen bir kesim; bir de ona tepki mahiyetinde kendini konumlandıran, daha muhafazakâr, sığ bir kesim. Bakınca tarih ve dil anlayışlarına, ne kadar farklı gibi görünseler de, aslında ikisinde de benzerlikler var: İkisi de ayıklama üzerine kurulu bir tarih anlayışına, dil anlayışına sahip. Aynı anlama geldiğini düşündüğümüz iki kelime varsa, mesela “hakikat” ve “gerçek”, bir taraf “hakikat”ı kullanıp “gerçek”i atmaktan yana, diğer taraf tersini yapmaktan. Bence konuşurken de, yazarken de iki kelime aynı anlamı taşımıyor, metin hangisini kullanacağını getiriyor zaten. Önemli olan bu esnekliğe açık olmak. Türkiye’de beni kaygılandıran, kültürün akmaması. Bir kuşaktan sonrakine akmıyor, dilini anlamıyorsun, konuşmuyorsun, mezar taşlarını okuyamıyorsun. Sıvı gibi olmasını arzu ediyorum ben kültürel birikimin, ancak o zaman genişleyebilir… Bugün itibarıyla cemaatler arası, gruplar arası dil, kültür de akmıyor. İstanbul gibi bir şehirde bile son derece kapalı cemaatler halinde yaşadığımızı düşünüyorum. Biz bugün belki kendi çevremizde bu dili konuşmuyoruz, ama Fatih Üniversitesi’ne gittiğimizde, İlâhiyat’tan mezun insanların veya hatta bir tarikat grubunun yanına gittiğimizde, onların başka bir dili konuştuğunu görüyoruz. Sürekli kesintilere uğrayan bir dil ve ayıklana ayıklana kelime hazinesi çok daraltılmış bir dil olmaya başlıyor Türkçe. Bu, doğrudan doğruya düşünce sistematiğimizi etkiliyor. Benimki özel bir çaba değil, Osmanlıca kelimeleri kullanalım diye. Ama akıyorsa, akabiliyorsa, bırakalım aksın. Eceli gelmemiş, miadı dolmamış kelimeyi zorla öldürmeye çalışmak da sahte bir çaba.

Bir de boyut farkı var galiba: Deminki örnekte, “hakikat” ve “gerçek” kelimeleri aynı zamanda başka çağrışımlarla da yüklü…

Evet, farklı yerlerde farklı şekillerde kullanmak mümkün bunları. Biri diğerinin yerine geçer diye bakmak bana doğru gelmiyor. Tasavvuftan gelme birçok kelime var, “dem” kelimesini, “can” kelimesini neyle karşılayacağım? Bunlar çok güzel, ölmemesi gereken kelimeler. Beni belki de rahatsız eden şu: Bizde kimlikler çok sabit ve katı. Edebiyat çevresinde de öyle, ne kadar yüksek sesle konuşursan, kendinden, doğrularından ne kadar emin olursan, bunun sana getirdiği iktidar da o kadar artıyor. Daha kafası karışık insanları seviyorum ben, kendi doğrularından, durduğu yerden şüphe duyan insanları kendime daha yakın hissediyorum.

“Bit Palas”ta küçük kız karakter için güzel bir tabir var: “Her gün öğrendiği yeni kelimeleri içine koyduğu cicili bicili dilbilgisi çantası…”

Tam bu şekilde olmasa da, bende de benzer bir şey vardı. Belki dört sene çok uzun bir zaman değil Türkçeden kopmak için ama, yurtdışında, okulda yabancı dil konuşuluyor, eve döndüğün zaman annenle kendi anadilini konuşuyorsun. Benim o dört senelik zaman dilimim aslında tek dille geçti, çok hızlı bir şekilde Türkçeden koptum. 24 saatim İspanyolca ve İngilizceyle geçmeye başladı. Türkiye’ye döndüğümde Türkçeyi yitirmiş değildim, gene derdimi anlatabiliyordum, ama dilin esprileri, incelikleri, argosu, küfürleri tamamen uçmuştu. Dili esas yaşatan şeyler, canlı kılan boyut gitmişti. Lisede Türkçe dersi almak zorunda kaldım. Türkçe, birdenbire, çalışılması gereken, vakit ayrılması gereken bir şeye dönüştü. O dönem bunu kötü yaşadım, ama uzun vadede faydasını görmüşüm. “Dem” kelimesi için zahmete girmeye değer.

“Hakikat”, “dem”, “can” gibi kelimelerden bahsediyoruz. Bunlar, gündelik kelimelerin aksine, felsefî, dinî açılımları da olan kelimeler…

Evet, bir jargonu süslemek, zenginleştirmek anlamında söylemiyorum. “Dem” kelimesi başka bir yere götürüyor seni. Onu araştırırken belki tasavvuf literatürü içinde buluyorsun kendini. Bence bizde tasavvuf da yanlış anlaşılıyor: Ensesine vur lokmasını al, bir lokma bir hırka, pasif derviş modelinin çok ötesinde, çok radikal bir kültür aslında bu. Altkültür üzerine yazılan şeyleri takip etmeye çalışıyorum; mesela 16. yüzyılda Katharları, Bogomillerle Sex Pistols’ın bir konserini bağdaştıran bir şey yazıyor adam, 1500’lerden getiriyor o çizgiyi. Bizde sürekli kesintiler var. İslam heterodoksisinde çok radikal kanatlar da var halbuki. Pasif, kıt kanaat geçinen derviş tiplemesinin çok ötesinde, çok muhalif bir ruh…

Solun bu kültürden uzaklığından bahsettiniz, ama aklımıza mesela Nâzım Hikmet’in “Bir akşamüstü oturup hapishane kapısında rubailer okuduk Gazalî’den” diye başlayan şiiri geliyor, ya da “Rubailer”i…

Ama çok yalnız bir örnek o anlamda Nâzım. Biz Şeyh Bedreddin’i seviyorsak, hep dinden soyutlayarak seviyoruz. Kafamızda bir ateist Şeyh Bedreddin modeli var, ki öyle olmak zorunda değil… Walter Benjamin’i çok seviyorum, onda bulduğum bir şeyin Türkiye’de yeşermesini çok istiyorum. Onun yanında düşündüğümüz düşünürler agnostik, ateist, materyalist, ama Benjamin aynı zamanda Yahudi mistisizmini çok iyi biliyor. O dili kullanıyor ve onu dönüştürüyor. Dinsiz olup da dinle ilgilenen insanlara bence ihtiyaç var.

 

The Smiths - Some Girls Are Bigger

Than Others (The Queen Is Dead)

James mi?

The Smiths. Grubun solisti ve şarkıyazarı Morrissey ergenlik, çocukluk sorunları hakkında çok şarkı yazdı. Sizin kitaplarınızda da çocuk karakterler çok var…

Kitaplarımda çocukluk tiplemeleri varsa, bunlar öfkeli çocuklar. Hayatla ilişkisi pürüzlü olan insanları hem seviyorum, hem daha iyi anlayabiliyorum. Genelde de hissedebildiğim insanları yazıyorum. “Pinhan”da çiftcinsiyetli bir derviş anlatılıyor, “Şehrin Aynaları”nda Museviler; ilk bakışta benden çok farklı tiplemeler gibi görünse de, aramızda bir ruhsal ortak payda var.

Kitaplarınızda beden de çok ön planda, hatta bazen “Freaks” filmindeki gibi acuzelerle doluyor bazı bölümler: Devler, cüceler, hünsalar, üç memeliler, samur kızlar, çok şişmanlar… Bu yüzden mi size gözlem gücü yüksek diyorlar?

Söyleşilerde bazen soruyorlar “çok mu gözlemliyorsunuz insanları” diye. Sokaktan gelip geçen insanların hangi düğmesi kopmuş, saçının neresi akmış; bunun ötesinde bir şey gözlemden anladığım. Gözlem demek illâ da gözlerinizin dışarıya dönük olması demek değil, kendi içinize de dönük olabilir. Kendi zaaflarınızın, komplekslerinizin, takıntılarınızın çok farkında olmak, sürekli bir günah çıkarmak, kendindeki şeytanın bilincinde olmak… Hacı Bektaş da “biz nefsimizi silmekten değil, bilmekten yanayız” diyor, tasavvuf içinde de önemli bir ayrım bu. Nefsini bilmek, kendi şeytanını, iblisini de bilmek demek.

Tori Amos’un güzel bir sözü vardı: “İblislerini keşfetmeye başladığında büyüyorsun…”

Evet, bu anlamda kendindeki çocuğun da farkındasın, ama hiç çocuk olmayan yanının da farkındasın. Birtakım zıtlıklar çok güçlü bende. Bir yandan çok yoğun bir yazma, üretme arzusu, yazıya, belki yazarlığa yönelik bir tutku, bir de bunun 180 derece tersi, bütün bunların altını oyan bir hiçlik duygusu…

Bu iki zıt kutup ortak bir noktada nasıl buluşuyor, birbirlerini nasıl etkiliyor, dönüştürüyor?

Türk edebiyatında yoğun bir baba figürü var, edebiyatçıların kendilerine biçtikleri. Son dönem Osmanlı’dan itibaren bizde romancılar hep kalem efendileri, devlet memurları, öncelikli gayeleri devleti kurtarmak olan bir misyonla hareket eden insanlar olmuş. Böyle olunca kendini metnin ve okurun üstüne koyuyorsun, bütün kurguyu yönlendirebileceğini zannediyorsun, romandan ziyade bir gölge oyunu yazıyorsun… Bu bilinçle yazılan bir roman başka bir yere götürür. Metnin seni de şaşırtmasına, karakterlerin çokça kendilerini varetmelerine izin vermek, kendi bilinçaltınla yüzleşmeye hazır olmak, o anlamda baba modelinden uzaklaşmaya hazır olmak bence daha samimi bir edebiyat çıkarıyor ortaya. Bunun Türk romancılığında cılız bir ikinci kanat olduğunu düşünüyorum. Mesela Sevgi Soysal benim için öyle: “Tante Rosa” akıyor.

Müzik nasıl etkiliyor yazdıklarınızın akmasını?

Geçenlerde Baba Zula dinleyip çıktım evden, bir şarkıları var ya “Babamız bizi sevmiyor” diye; öğleden sonra da bir deneme yazacağım, birdenbire babalar üzerine bir şey yazdığımı fark ettim. Yazarken hep radyo dinliyorum. Müzik bilgim çok iyi değildir, hangi grup nereden gelir gibi teorik bilgim sağlam değil, ama çağrışımlara çok açık bir yazma şeklim var. İllâ da entelektüel bir uğraş olması gerekmiyor yazmanın, bazen daha esrik, daha sarhoş bir şey oluyor. Bazı yerler çok ayık kafayla yapılabilir, entelektle inşa edilebilir, bilgi girer devreye, ama bazen de, vecd hali gibi, kontrol çok sizde olmuyor. Müziğin alıp götürdüğü yer gibi, başka bir şeye dönüşüyor.

Çok okunmamasına hayıflandığımız Sevgi Soysal’ın adını andınız, başka kim var sizi Türkçe edebiyattan etkileyen?

Bilgiyi daha disiplinlerarası, akışkan kabul eden eğilimi seviyorum ben. Siyaset biliminden okuduklarımdan, Cioran okumaktan, Spinoza, Wittgenstein okumaktan da çok besleniyorum. Edebiyattan Tanpınar’ı, Peyami Safa’yı çok seviyorum. Hüseyin Rahmi’yi de çok seviyorum oldum olası. Evine gittiniz mi? Bir odaya dantellerini koymuşlar, bir odaya kehribar kalemlerini. Biz bunları hiçbir zaman okumadık, lisede üstünü örttük ama, algısının birçok noktada açık olmasında eşcinsel kimliğinin çok etkisi olduğunu düşünüyorum. Tek cinsiyetli, tek kimlikli insanlardan ziyade, kendi içindeki kadınsılıkların -kadınsılığın değil- farkında olan erkekler ve erkeksi görünerek iktidar kazanmaktan uzak duran kadınlardan hoşlanıyorum. Özellikle beynini konuşturmak istiyorsan, yazdıklarınla saygı görmek istiyorsan, kadınların seçtiği en ucuz, en kolay yol bu erkeksi duruş, mümkün mertebe kendi kadınsı yanlarını ayıklamak… Çok dinî bir şey aslında bu, cinselliğini öldür, ya seksüel ya da erkeksi görünerek paye, statü al… Bunu sevmiyorum. Çiftcinsiyetliliğe inanıyorum. “Pinhan”daki çokbaşlılık sadece bir temadan ibaret değildi.

Çaldığımız şarkı, “Mahrem”i, kitabın şişman kadın kahramanını da akla getiriyor. Şarkıda bazı kadınların diğerlerinden daha şişman oluşunu fark edişini anlatıyor Morrissey. Bunu başka bedensel farklılıklara, bu farklılıkların başka türlü sosyal farklılıklara nasıl zemin teşkil ettiğini fark edişimize de uyarlayabiliriz…

Aynı soruna, aynı baskı biçimine verilen iki farklı yanıt var sanki “Mahrem”de. Cüce de, şişman kadın da sistemin seyirlik malzeme olarak gördüğü insanlar. Ama birinde “madem öyle” deyip üstüne giden, kendini teşhir eden, kamuya, sokağa, meydana çıkan bir meydan okuma hali var. Kadının verdiği tepki de giderek içine kapanmak, özel alana çekilmek, gözlerden saklanmaya çalışmak. Bütün kitap boyunca bana eşlik eden bir zıtlık bu: Pasta yiyip kusmak, güzel bir şeyi bozmak… Bu anlamda yıkmanın, parçalamanın çok yaratıcı bir şey olduğuna inanıyorum. Çok geveze bir insanın sürekli konuştuğu bir an değil de, ne diyeceğini bilemediği bir an vardır ya, o çok yer ediyor bende. Veya çok cesur birinin korktuğu an, çok korkak birinin birdenbire delirdiği an… Kendimde de çok gözlemliyorum bunları. Korkak biriyim, ama inanılmaz bir deli cesareti geliyor bazen. Güve yeniği gibi, resmin bütününü bozan anlar… Onların peşine düşmek hoşuma gidiyor. “Mahrem”deki de biraz öyle bir şeydi. Benim kendi hayat hikayemle de örtüşen çok fazla şey var. Hiçbir zaman oradaki kadın kadar şişman olmadım ama, yemekle problemim vardı her zaman. Duygularına göre yemek yiyorsun, çok üzgünsen, çok mutsuzsan, çok mutluysan… Bir hınç işine dönüşüyor yemek yemek. Biraz bizde küçümsenen bir konu ama, anoreksi sadece işi gücü olmayan, apolitik insanlara özgü değil. Hayatında her şey çok iyi giden, sıkıntıdan patlayan, cici, nezih burjuvalara özgü bir sorun olduğunu düşünmüyorum bunun. Sınıfları geçen bir tarafı var. Bana zaten başından beri görünüşümle kabul gördüğüm öğretiliyor, o kadar içime sinmiş bir şey ki bu. Bende çok izleri var, bir dönem yiyip yiyip kusmalar, yeme bozuklukları, ta çocukluğa kadar giden bir sürü şey. Onun için diyorum, “Mahrem”deki kadınla çok ortak paydamız var. İllâ görünüşte bir olmamız gerekmiyor.

 

Suzan Avcı - Bana Derler Çapkın Suzan (45’lik)

Eskilerden? Türkan Şoray’ın sesi değil. (düşünüyor) Neriman Köksal’lar falan mı?

Suzan Avcı. Doktora tezinizin başlığı “Türk Modernleşmesinin Kadın Prototipleri ve Marjinaliteye Tahammül Sınırları”. Suzan Avcı’yı bu bağlamda nereye oturtursunuz?

Sanki Batı’yla temas ettiğimiz anda sadece böyle bir özgürlük yaşandı ve cinsellikten, kadınların da cinsel arzuları olduğundan söz edilmeye ancak o dönemden itibaren başlandı… Oysa tam tersine, 17. yüzyıla doğru gittiğimizde, bir dilin daha rahat kullanıldığını görüyorsunuz. Modernleşmeyle birlikte kadın-erkek ilişkileri, kadının kamusal alanda görülmesi hızlanıyor ama, beraberinde inanılmaz bir sansürle geliyor ve onun kendi yarattığı kadın prototipleri var. Daha önceki dönemde, Nasreddin Hoca fıkralarında da çok net: Bizim bugün bildiğimiz, göle maya çalan Nasreddin Hoca’nın dışında bir Nasreddin Hoca kültürü var. Çok belden aşağı, ama o zaman belden aşağı gibi algılanmıyor zaten. Divanlara baktığımızda da öyle. Modernleşmeyle birlikte başka türlü bir sansürün,

 

Roll, 2002

 

İzlenme : 6685
Geri Dönmek İçin Tıklayın
www.elifsafak.com.tr      :                                                         © 2006 - 2024 www.elifsafak.us